Hoşgeldiniz

TWITTER FACEBOOK

VARLIK VE ŞİİR

Ana Sayfa » MAKALELER » VARLIK VE ŞİİR

VARLIK VE ŞİİR

 

Varlıkların konumlarını araştırıyoruz. Hiçbir varlığın konumu diğerinkine uymuyor. Eşya dediğimizde, madde dediğimizde de farklı algılar söz konusu değil. Demek oluyor ki madde ya da varlık kendi atmosferi içerisinde anlam kazanıyor. Bulunduğu yerde bulunmasını gerekli kılan sebepler var. Bizim için de geçerli aslında. Bizler de bulunmamız gereken yerde değil miyiz?

İnsan bulunduğu yeri ne kadar itiraz ederse etsin bir eylem, bir iş, bir çaba, bir güç ya da her hangi bir davranış sonucu bulunduğu yerden bir başka bulunması gereken yere intikal etmektedir. Bu defa da bulunması gereken yer orasıdır ve ordadır.

Madde ile sonsuz, madde ile mana, madde ile metafizik, madde ile rüzgâr, madde ile hava, madde ile akıl, madde ile ruh gibi özellikler yeryüzündeki eylemlerin değerlendirilmesine yardım etmektedir. Bizler bunlar sonucunda bir işi beğenir ya da beğenmeyiz. Hal böyle olunca insanla tabiat, insanla eşya ve insanla ruh arasındaki irtibatın bir sistem çerçevesinde bize fazlaca bırakılmadığını da idrak edebiliriz. Aslın da bu durum insanın düşünmesine, eylemlerde bulunmasına, koşup oynamasına, aykırı davranmasına da engel değil.

Maddenin insan ile ilişkisinde kuşkusuz yer çekim gücünün de etkileyici rolünün olduğunu da söyleyebiliriz. Ruh ve metafizik boyutu işin dışında bıraktığımızda eşyanın doğal seyri birbirine yakınlaşmaktır. Eşya birbirini tanır. Ruhlar da birbirini tanır. Dolayısıyla tanışmış olmanın gereği olarak yeryüzündeki bilişmeler, buluşmalar gerçekleşmektedir.

Şöyle düşünebiliriz; her bir maddenin bulunması gereken bir mekânı, bir zemini, bir yeri mevcuttur. Her şey bir arada bulunmuyorsa da birbiri arsındaki gözükmeyen enerjinin, elektriğin birbirinden haberdar olduğunu da bize hissettirmektedir. Enerji koridorlarının, rüzgâr gücünün, şimşek ve yağmur bulutlarının da birer haberci olmadıklarını kim söyleyebilir. Onlar da birer habercidir. Yeryüzündeki var oluş sırrının bilgilendirme mekanizması böylece sürüp gitmektedir.

Yazı gibi, şiir gibi, kelime ve dil gibi hususiyetler insana özgüdür. Lakin bizim bilemediğimiz kadar geniş bir âlemin içinde mevcut bulunan her bir eşyanın da kendince bir dili, bir şiiri kuşkusuz vardır. Böyle kabul edilmelidir. Gökyüzünde gördüğümüz değişikliklerin, anlık sürüp gittiğini, kaybolduğunu ve yerine yeni portrelerle yeni aksiyon eylemlerin sürekli varoluş ve değişimiyle sürdüğünü de göz ardı edemeyiz.

Sürekli doğurganlık içerisinde olan gökyüzü, yeryüzü, denizler ve bilemediğimiz âlemlerin dilini kavramak hiç te kolay değildir. İnsana verilen bilgi insanın ihtiyacı kadardır. Fazlası verilmemiştir. Araştırarak ulaşılan bilgiler, malzemeler aslında ihtiyacımıza binaen bulunmakta, ortaya çıkarılmasına fırsat verilmektedir.

Şiirin de böyle bir serüveni var aslında. Gördüğümüz bir manzara, bir ışık, bir doğuş, bir yağış, bir estetik unsurun sağladığı gerçek şiirdir. Bunun tersi durumlar da insanı göğerten, yoğunlaştıran, dertlerden dertlere düçar kılan, savaşların, fırtınaların, deprem ve sel felaketlerin her birisinin de şiire yol verdiğini söylemeliyiz. Baharın muştularının, arılar ve kelebeklerle cümbürcemaat çiçeklerin olduğunu bunu ancak şiirle hayatın içine sürebileceğimizi de ifade edebiliriz.

Gördüklerimizle beslenmiyoruz sadece, görmediklerimizle de besleniyoruz. Duymadıklarımız, hissettiklerimizin yanında hissedemediklerimizin de apayrı katkılarda bulunduğu gerçektir. Bu gerçeklik varlıkla varlık ötesi, gördüğümüz ve görmediğimiz, algılarımızın, kavrayışlarımızın da ötesinde bir yerlerde bizi şekillendirdiğini de düşünebiliriz. Meleklerin, şeytanların, cinlerin her birerlerinin de bizden etkilendiklerini, bizi etkilediklerini de düşünebiliriz. Mademki insan yeryüzünü kullanmaktadır. Diğer varlıkların da kullandıklarında şüphe yoktur. Her bir varlığın kendisine özgü ödevleri, yükümlülükleri, sorumlulukları da vardır. Öyle olunca her eylem sahibinin, eylemlerinin, bir şekilde, bir yerlerde, bir şeyleri etkilediğini ifade edebiliriz. Hem etkilenen hem de etkileyen yönüyle insan şiirini yazmayı sürdürecektir.

Şiir, demleneceği yatağı biliyor sanırım. Demlendikçe kimi zaman arafa kimi zaman da sırata çıkıyor. Araf ve sırat aslında ikisi de şiirin yuvası, şairin yatağıdır. Yaşanılan hayatın arafında olmakla, cantın üzerinde yürümek ya da sırat üzere bir geçitten geçiyor gibi şiirle yaşamak anlamı derinleştiriyor.

Dicle ile Fırat’ın, Seyhan ile Ceyhan’ın ironi açıdan değerlendirilişinde Hüma kuşu ile Hüthüt ’ün ya da Leyla ile Mecnun’un psişik ikizlere benzerlikleri ifade edilebilir. Gül ile bülbüldeki nidanın bir yakarışı betimlediğini de söyleyebiliriz. Bu durum bana şiirin de şairin de ayrıcalıklı bir yerde durduğunu söyler. Şimdi buradan gündemde tutarak hayatın arafına kapılar aralamak için de bize bir fırsat verir.

Yangın yerine dönen gönül alevi şiiri pişirir. Yanmış ve olgunlaşmış olan ruhun kokusu biraz da gül kokusudur. Aslında bütün kokuların ana kaynağı olan gül rayihasını çeşitlendirerek turunca da, sümbüle de, fula da elhasıl bütün çiçeklere cömertçe dağıtmıştır.

Nil’in kıyısına bir sofra kursa bir şair çıkınında neler olurdu? Şiirin, edebiyatın, estetiğin musikinin ve resmin tekâmülleşmesini ikram ederdi sanırım. Başka ne çıkardı şairin çıkınından yeryüzü sofrasına. Bıldırcın etinin, altın buzağının, sarımsak ve soğanın ihtimal dışı olduğunu da pekâlâ söyleyebiliriz.

Anların kıymeti geçmişe doğru kaydıkça fark ediliyor. Şimdi Şemsi Paşada, Kız Kulesinde, Gelincik Adasında sade kahvenin hatırasına ilaç kokulu çayların eşlik etmesi de şiirden başka bir şey değildir. Burada kitap “On üçüncü Tebessüm” olarak yerini alır.

İnsan bizatihi yaratılış olarak şiirdir. Estetik insan fotoğrafı burada kadına aittir.

11 Temmuz 2012 – Ümraniye * “Varlık ve Şiir” yazımız, yayınlanacak olan Şiir Tefekkürü Deneme eserimizden alınmıştır.

İsminiz

 

E-Posta Adresiniz

Fikirlerinizi Bizimle Paylaşın