O BENİM AŞKIM
Çocuktuk daha. Neyin farkında olup olmadığımızı da bilmiyorduk. Komşuluklar öylesine yakındı, öylesine içten, güvenilir ve her anında birbirine koşup yardım edebilir günlerdi. Ülkede kol gezen fakirliğin, yoksulluğun, alış veriş karnelerinin yaşandığı günlerdi. Birinci dünya savaşından yeni çıkılmış olunsa da ikinci dünya savaşı bütün hızıyla sürüyor, bir yanda erkeksiz, sahipsiz kalan milletin evlatları Çanakkale’den, Yemen’den ve Kore’den döneceklerine dair umutların bitip tükendiği günlerdi.
Acıydı her taraf. Her yanda yoksulluğun, kimsesizliğin kemiğe dayanmış bıçağa benzer acısı yürekleri dağlıyor, ülkeyi hareketsiz bırakıyordu. Böyle günlerde çocuk olmak demek büyüklerin yaptığı birçok işi üstlenmek demekti. Gücün yetip yetmemesinin de bir önemi yoktu. Yaşlıların, kadınların ve yaşı benim gibi 12 – 14 yaşlarında olan çocuklardan müteşekkildik. Köyleri kasabaları, şehirleri koruyacak ancak bunlardı. Kalanlar bizdik. Güç yetmez yaşlılarla, çelik çomak oynayan, fırıldak çeviren bir avuç çocuklardan ibarettik. Çiftin, çubuğun, bağın, bahçenin, ağılın, davarın her türlü işi bizim üzerimizde kalmıştı. Kıtlık zamanlarıydı. Aş yoktu, ekmek yoktu, katık yoktu. Askerlerimizin bile günde bir öğün yediklerini radyodan dinliyorduk.
Aynı yaşlarda komşumuzun bir kızı vardı. İnsan yaşı ilerledikçe vücut değişimi, duygu değişim ve gelişimini de belirginleştiriyordu. Ne zaman merdiven başına çıksam, örtmede, sofada, gezinti alanında gözüksem o da sanki aynı anda benim hissettiğim duyguları hissediyordu ki göz göze geliyor, birbirimize kaçamak bakışlar atıp utanıyorduk. An geliyor evin arka tarafına doğru yürüsem o da bir yolunu bulup evlerinin önüne iniyordu. Günler geceler böylesine heyecan içinde gelip geçiyor ne kimselere anlatma şansım vardı, ne de komşu kızı Nuriye’ye bunu söyleyecek cesaretim. Özellikle hafta sonları daha rahat olduğumuzu söyleyecek olsam da iş güç benim omuzumda olduğundan mutlaka anamla birlikte yapılması gerekenleri yapmak için yollara düşüyor, kâh ekin tarlasına, kâh dağlardan yakacak odun bulup getirmeye, kâh bağa, kâh çeşmeden su taşımaya ya da amcaoğullarının davarları içinde bulunan yüz civarında ki davarın peşinden koşmaya. Çobanlarımız yaşlılar,analar, bacılar ve gelinlerden bazen da çocuklardan ibaretti.
Bazen çeşme başında, bazen bağa giderken, kimi zaman da komşu ziyaretlerinde görme şansımız vardı. Okulların açık olduğu zamanlarda aynı sınıftaydık. Çaresiz başka sınıfımız yoktu zaten tek sınıfta beş sınıfın öğrencileri tek bir öğretmenden ders alır yıl böyle tamamlanırdı. Okul zamanında pek farkında değildim bu durumun. Bir tek öğretmen beş sınıfa nasıl sahip çıkar, nasıl her dersi öğretebilirdi bir türlü aklım ermezdi. Belki de yaşımızın henüz yaprağı kıpırdatmadığı zamanlara denk gelmişti. Ondan ilgisizdim. Dahası karşılıklı olarak ilgisizdik. Ama şimdi öyle değildi; öylesine içten, öylesine baygın ve öylesine yüreğimi yakıp kavuran bakışlarla bana bakıyor, çaresizlikle kuşkusuz ben de ona bakıyordum. Bu bakışmalarımız bu günlere doğru getirmişti bizi. Rüyalarım onunla süslüydü. Uykudan sık sık uyanıyor, çaktırmadan merdiven başından, vakti bilmeksizin onun evine bakmaktan kendimi alıkoyamıyordum. Ablama anlatamazdım, anama söyleyemezdim ne bir ağabeyim, ne de amcaoğullarım vardı anlatabileceğim. Her birisi vatan için cephedeydiler. Eli silah tutanlar cepheye gitmişlerdi. Yer yurt bir bakıma bizleri saymazsanız erkeksiz kalmıştı
Bir defasında çeşmede yan yana gelmiştik ki elim ayağım titredi, yüzüme ateş düştü, avuçlarım terledi bir Teksöz bulamadım söyleyecek..Oda benden farksızdı o da benim gibi hallerde olduğunu biliyor ve hissediyordum. Nasıl suları doldurup sessiz sedasız yan yana olsa da evlerimiz iki yabancı gibi bir tek söz söyleyemeden o önde ben arkada eve dönmüştük. Ne o kafasını çevirip bana bakabiliyor, ne de ben farklı bir şey yapabiliyordum.
Bu neydi Allah’ım, bu hal neyin nesiydi? Bir bilen olsa da sorabilseydim? Olsa da nasıl sorabilecektim ki? Öyle bir şansım mı vardı? Eskiden bizim oralarda bu tür haller gizliden gizliye yaşanır, kimseler bilmeden hayatın içinde kaybolup gidermiş meğerse. Benimki de öyle mi olacaktı? Ben buna nasıl dayanabilirdim ki?
Ateş bacayı sarmıştı sarmasına da bizim yaşımız, başımız kaçtı ki? Duysalar bizimle alay ederler, kafa bulurlardı. Hepten rezil olmak vardı.
Artık gecem, gündüzüm, düşlerim, yemem, içmem hep komşu kızı Nuriye’deydi. Nuriye melek deşme melekti, ay parçası desem aydı. Yıldız desem yıldız, gül desem güldü. Benim için hep Nuriye bir ömürdü. O benim aşkımdı, iki gözüm, can özümdü.
Ne zaman yalnız başıma gidip gelsem tarla, takım, bağ, bahçe ya da davarın bulunduğu yere dilime türküler gelir, kimi zaman da kendimce türküler bestelerdim. Artık türküler yakmaya başlamıştım Nuriye’me. Hemen hemen her gece düşüme geliyor uzun uzadıya birbirimize aşkımız anlatıyorduk. Bir defa olsun ona bir cesaret edip söyleyebilseydim bu acı bu kadar yakıcı olmazdı.
Günler günleri kovalıyor, fazla ekin tarlaları ekip biçemesek de elimizden geldiğince ekiyor onları güç bel biçip harmanda öğütüp yiyecek buğday, un, ekmek, bulgur elde etmeye çalışıyorduk. Evin önünde ki tarlalarda mecburen konu komşu birbirine yardım eder. Bu gün bizim tarlanın ekini biçilirse, yarın da komşunun ekin tarlası biçilirdi. Dayanışmanın en güzellerini yaşamıştım çocukluk ya da ilk gençlik yıllarımda. Hayatımın hep öyle olmasını arzulamışımdır.
O sabah annemler komşu kadınlar, gelinler orakları, kalıçları, ellikleri parmaklarına geçirip gelmişlerdi bile. Hep birlikte biçmeye bizim tarladan başlamıştık. İlk kez o ekin biçerken Nuriye’mle, ay yüzlüm, ceylan gözlümle yan yana gelmiş, utana sıkıla, sıcağın altında ekin biçmeye çabalıyorduk. Sabahın erken saatinde tarlaya gidilir kuşluk vaktine kadar kahvaltı yapılmadan çalışılır tam kuşluk vakti ki saat sabahın 9 sularıdır bu vakitte istirahat edilir ve bu arada kuşluk sofrası kurulurdu. Evde ne varsa, ne hazırlayabilmişse anacığım onları sofraya getirip hep birlikte oturduk, bir yandan konuşuluyor diğer yandan da kuşluk kahvaltısı yapılıyordu. Biz karşılıklı oturduğumuzdan daha çok göz göze gelebiliyorduk. Arada su dolduruyor, çay bardaklarını, sofranın kurulması ve kaldırılmasında anama yardım da ediyordu. Böyle halleri beni daha çok meftun bırakıyordu. Farkında olmadan ara sıra konuşuyorduk bile. Ama sıradan şeylerdi bunlar.
Tam tepemizdeydi güneş, artık hepten yorulmuş, öğle vakti de girmişti. Bir taraftan namazlar kılınmalı diğer taraftan öğle yemeği hazırlanılıp yenilmeliydi. Azıcık bitirilmesi gereken bir bölüm yer kalmıştı biz burayı bitirip gelsek olmaz mı diye anama sorduğumda tamam oğlum siz bitirin burayı öyle gelin demişti. Biz de hem yemeğe bakalım, hem de namaza hazırlanalım demişti. Birlikte ekin biçiyorduk sevdiğimle. Sevdiğim kızın yürek atışı yüreğime vuruyordu sanki. Bu düşlerle başımı sağa doğru çevirip şöyle bir bakmak istediğimde kalıç parmağımı kesiverdi. Küçük bir ah sesimle elindekileri bırakıp ne oldu, elini mi kestin? Hemen gelip parmaklarımı tuttu. Bir bez parçası bulup kanayan parmağımı sarıverdi. Canın çok acıyor mu diye sordu? Ben bu arada ellerimi tutuverdi ya kendimden geçmiştim, parmağımın kesilmesini, acısını unutup Nuriye’nin bana olan ilgisinde kaybolmuştum. Parmağımı sarmıştı ki gözgöze geldik ve tam bu esnada parmağını tuttum, elini ellerimin içine alıp seni seviyorum diyebildim. Sen benim ay yüzlüm, ceylan gözlümsün Nuriye diyebildiğimde, gözlerini benden hiç kaçırmadan ben de bende seni seviyorum diyebilmişti. O an oldu olanlar. Ne olduysa o an oldu. Birden bire bırakıp ekin biçmeyi sürdürdü. Bende ona eşlik ederek anamın çağırmasına değin sürdürdük.
Artık birbirimize söyleyebilmiş, ikimizde seviyorduk, biz bunu biliyorduk. O artık benim aşkımdı. Parmağım kesilmemiş gibi kalan yeri bitirmek için pürneşe içerisinde kalan yeri bitirip anamların bulunduğu yere döndük.
Neyse sözü uzatmayayım anacım gördü parmağımın kesildiğini; bire oğlum dikkatli olsaydın ya. Çok bir şey yoktur umarım. Yok yok dedimse de ana yüreği dağlamış gibi bana baktı bu fırsatı kaçırmadı Nuriye bir şey yok teyzeciğim, azıcık kesilmiş bende bez bağladım.. Öyle mi kızım dedi peki hadi siz namaz için hazırlık yapın biraz dinlenin dedi bizi bıraktı.
Öğle yemeğinin ardından namazlar kılındı. Tekrar kollar sıvanıp tarlaya kaldığımız yerden ekinleri biçmeyi sürdürdük. Artık ikindi güneşi nazlanmaya başladığı dönem sinyal verirken, dağılıp ikindi namazları ve akşam yorgunluğuyla yemek ve dinlenme faslına doğru günü tamamlıyorduk. Herkes genel itibariyle bu saatlerde işe son verir evin yolu tutulurdu. Günün yorgunluğu sanki insanın elbisesinden toprağa doğru süsülür gibi hissederdim tepeden tırnağa kadar yorgun olmak böyle bir şeydi.
Ocakta pişirilen akşam yemekleriyle fenerlerimiz yakılır iki odadan ibaret olan evimizde herkes dinlenme moduyla çaylarını içer yatsı sonrası kıvrılıp yatılırdı.
Sen istediğin kadar kıvrıl… İçimde ince ince yollar vardı kıvrım kıvrım kıvrılan. Bütün kıvrımlar benim içimdeydi sanki o kıvrımlarda yolculuklar yapıyor Nuray’la birlikte sohbet ediyor, sanki çeşme başında fıçıları dolduruyor düşlerden düşlere doğru dalıp giderken işte o benim aşkım diyordum.
O artık benim aşkımdı.
14 Temmuz 2015 – İstanbul