Hoşgeldiniz

TWITTER FACEBOOK

ACI

ACI

 

I

 

Ecdadını rahmetle anan bir topluluğuz. Buna şükretmek icap ediyor. Elimde Kubbealtı yayınlarından Samiha Ayverdi’nin “Yusufcuk”u var. Kitaba şöyle giriyor Ayverdi rahmetli;

–          “Devletlim! Evvela karşıma şu kainat kitabını açtın ve;

–          Oku! Dedin.

–          Ben acemi fakat çalışkan bir talebe gibi, onu kelime kelime hecelemeye başladım. Dostlarım buna şahittir. Bir kır çiçeğinde, bir çiğ tanesinde, bir incecik su şırıltısında, zevkte, tebessümde hep senin parmak izlerini görerek hızlı hızlı okuyor ve yanımdakilere söylüyordum.

–          Fakat bunlara, bu güzelliklere doymadan sahifeler karşımda dönüyor, bütün telaşıma rağmen, zahmette, meşakkatte, gözyaşında, ıstırapta gene senin dehana ve hünerine şahit oluyordum. İşte böylece de gece demiyor, gündüz demiyor, önüme ne gelirse okuyordum.

–          Nihayet yorgunluğuma acımış mıydın, neydi? Karşıma gelip gene bana dedin ki:

–          Kainat kitabını okumak uzun sürer; kendi kitabını oku!…

–          Bu o büyük kitabın hülasası idi; onda da güzelliklerden, çirkinliklerden, zevklerden ve acılardan izler, eserler, görünüşler vardı. Belki hakikaten bu, ötekinden küçüktü; ancak kâinat kitabına sığmayan büyüklükler buna sığmıştı.

…”

 

Kitap böylece sürüyor. Okudukça okutmayı sağlayan, ince, naif, kadim geleneğe bağlı, dile olan ünsiyeti son derece coşkulu kalem erbaplarındandır Samiha Ayverdi hanımefendi. Rahmetle anıyorum.

 

İçten içe bir kıvrılışı anımsatır acı. Bir kopuş, aniden çıkan bir fırtına gibi alır, sürükler, ovalar ve bir kenara fırlatır gibidir. Sökün eden, yürüyen, acelesi olan, biteviye, mütemadiyen kanayan bir yan, bir yön, bir içleniş, bir tükeniş, hıçkırıklarla ağlayıştır acı. Acı, tatlının karşıtıdır bir de.

 

İnsanın kendi ruhunda azalttığı unsurların, düşünceden, histen ve duygusallıktan arda kalanların bir temas haliyle bir göz kaymasıyla oluşan iç sızlanış, debeleniş, dibe vurma halidir. “Dost acı söyler” bunu bilir ve yarayı kanatır.

 

Samiha Ayverdi Yusufcuk’ta kahramanlarını şöyle konuşturuyor;

“Tatlı ot safra çıkarmaz; doğruyu bilmek için acılığa katlanman lazım. Sen bir yalanıcısın işte: Dün pencerenin altından geçiyordum. Sen de sevgilinle karşı karşıya idin. O sana soruyordu:

–          Beni seviyor musun?

–          Sen elindeki dikişe batıp çıkan iğneyi buğulu gözlerinle takip ederken, ona şu büyük yalanı söyledin:

–          Hayır!

–          Lambayı yakma, yakmakla acele etme… Komşuların ışıklarını seyretmek hoşuna gidiyor. Onlar, gecenin havayı tozlaya tozlaya karartışından sıkıldıkları için, yıldızlar görünür görünmez aydınlıklarını yakmışlar.

–          Hakları da var ya… Âlem bin türlü işin sahibi. Kadına akşam yemeğini hazırlamak, çocuğunu emzirmek, kocasına kapıyı açmak için aydınlık lazım

…”

Şehri uzaktan seyredince içine büyük acılar birikti. Geçmişin günleri sanki bir bir gelip geçti gözlerinin önünden. İlke kez gittiği istiklal caddesinde dinlediği müziği hatırlayınca olanlar oldu. İlk kez sokak ressamıyla bura da mı tanışmıştı. Tamda buna uyuyor gibi Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun “Acı acı gülerek Beyoğlu’nun ilk ışıklarına baktı” cümlesi. Durdu, uzun uzadıya akıp giden insanlara baktı, bir ırmak gibi burada insanlar diye geçirdi içinden.

Aniden geliveren bir haberin ardından evin, köyün, kasabanın, mahallenin, şehrin, memleketin üzerine çöken sis bulutunun, dalga dalga yayılarak her bir ferde dokunan, dokundukça büyüyen bir çığlığın hissedilişidir acı. Bir ölüm haberinin dağları devirişine benzer. Evlerin çöküşüne, kalplerin duruşuna benzer. Mavzeriyle kendini vuruşuna, intiharın verdiği sessizliğin ölüm kadar yürekleri susturan halidir acı. Acı ekmeksizliğin, susuzluğun, yoksulluğun, kimsesizliğin, yalnızlığın getirdiğidir. Savaşan çocukların yüzlerinden dökülenle, savaştan kaçanların perme perişan kıyafetlerine yansıyandır. İniltiler halinde, yeryüzüne duyulan ağıtların, ölümlerin, savaş çığlıklarının, kopan bedenlerin bıraktıklarıdır. Haldun Taner şöyle ifade ediyor; “Belki de zamanında lüzumundan fazla susmuştu da şimdi onun acısını çıkarıyordu.” Acının yüreğe abanışı dağlarda şehit düşenlerden gelir. Anaların yüreğinden duyulandır, gelinin yerlerde yatan kalbindendir, nişanlının saçlarını yoluşundandır. Filistinli, Suriyeli, Iraklı, Türkistanlı, Kerküklü, Kırımlı, Bosnalı, Çeçenistanlı, Afrikalı, Buharalı, Ürdünlü, Lübnanlı, dahası koca bir coğrafyamızdan çığlıklarla gelen Ali’nin, Bilal’in, Osman’ın, Ömer’in, Hamza’nın, Ebubekir’in, Ayşe’nin, Fatma’nın, Zeynep’in, Ammar’ın, Yasir’in, Meryem’in, Esma’nın bize ulaşan halidir acı.

Hasan Hüseyin Korkmazgil “Acı” şiirinde şöyle söylüyor;

“Acı çekmek özgürlükse

 

Özgürüz ikimizde

O yuvasız çalı kuşu

Bense kafeste kanarya

Aramakmış oysa sevmek

Özlemekmiş oysa sevmek

Bulup bulup yitirmekmiş

Düşsel bir oyuncağı

Yaşadım bir kaç bin yıl

Acılara tutunarak

Acı çekmek özgürlükse

Özgürüz ikimizde

Acılardan arta kalan

İşte bu bakışlarmış

Buğu diye gözlerimde

Gün batımı bulutlarmış”

 

Şairin sorgusu sürüyor; “Acı çekmek özgürlükse/Özgürüz ikimizde”. Özgürlüğe gelip dayanıyor acı. Sürgünün, hasretin, yangının, aşkın, kavganın, çekişmenin, didişmenin de adı acıdır Anadolu’da. Çukurova’da, susuz yazların getirdiği kuraklık ve suya hasretlik, düğün alayının bir köyden diğer köye gidişindeki bir burukluğun adı da acıdır. Askere gönderdiği oğlunun ardından döktüğü suda, yaktığı kınada, söylediği türküde içten içe yürekleri dağlayan sızılar taşır. Bir bakraç ayranı ekin biçerken tam da içmek üzereyken birden bire düşüveren, kırılan, içilemeyen ayranda demli durur. Sanki Orhan Kemal gelip bir yükseltinin başından kasketli bakışıyla şöyle söyler; “Acı poyraz kuvvetle esiyordu.”

Yeryüzünde öylesine acılar vardı ki, bol çeşitli acılar, damak tadından, vücuttaki yaradan, ayrılıkların taşıdığı, sözlerin karıştırdığı, dostlukların kırıldığı, ahbapların, konu komşuların bir hal ve davranışların getirdiği acılarla dolu bir dünya geliyor gözler önüne. Acı bademden, acı kavundan, acı biberden, acı baldan, acı bakıştan, acı sözden itibaren sürüp gelen acılar zinciri; insanın yaşadığı, bulunduğu her alanda, ortamda, durumda ortaya çıkması mümkündür. Olan olaylar ve hadiselerin çok yüzlü oluşlarından tutun da, beklenilmedik dostlukların gözden geçirilme mecburiyetlerinde, maddenin devreye girdiği durumlarda ortaya çıkan sonuçların yaşattığı, bir parkta komşu çocuğuyla oynayan oğlunun birdenbire ağlamasıyla başlayan lüzumsuz çekişmelerin doğurduğu gerçekler, sancılar, bağrışmalar birer acı olarak insan yüzüne yansıyor.

 

II

 

Refik Halit Karay, “Sıcak iklimlerde bu mevsim, tek renktedir, sadece acı yeşildir” Bir de Ferman Karaçam’ın “Acı”sı var içten içe büyüyen, büyüdükçe yeryüzünden haberler taşıyan.

 

“Seni de vururlar bir gün ey acı

Uçuşup durduğun kanatlarından

Sazın, sözün, türkülerin tükenir

Ellerin koynunda kalakalırsın

 

Şakaklarına kar yağıyor bilesin ey acı

Gül açan yüzlerimizde

Göğeriyor rengin senin de

 

Biz seni

Ta eskiden tanırız

Hani göğüslerimize taş olur inerdin

Avuçlarımızda Hira dağıydın

Al atların tan yerine ayarlanmış yelelerinde

Akdeniz rüzgârlarına karışan sendin

 

Biliyorum

Hiçbir tarih yazmayacak ve bir

Sır gibi kalacak yakılan kitaplarda

Göbek bağı anasından henüz çözülmemiş bebelerimize

Mitralyözlerin Washington’dan ayarlandığını

…”

Abdulhak Hamit’in ifadesiyle;

“Eyvah ne zehir imiş hayatım

Bunca acıya gelir mi takat”

 

Tatlı od safra çıkarmaz derler ya” ona benziyor. Tıpkı “Acı acıyı söker” deyişi gibi.

Acının karşıtı tatlı. Tatlı dilli, güler yüzlü, hoş sohbet sahibi olmak varken, turşu satan, asık suratlı, geçimsiz, huysuz olmak pek akıl karı olmasa da hayatın bir yanında hep var oluyor. Her iki durumunda varlığı birbirini tamamlar nitelikte. Acı olacak ki tatlının farkına varılsın. Tatlı olacak ki acı olan, zehir olan, tatsız tuzsuz olan fark edilebilsin. Necip Fazıl’ın “Sakarya Türküsü”nde dile getirdiği gerçek hayatın içinde var olan, her an yaşanılan bir gerçeğe işaret ediyor;

 

“İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.

Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,

Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;

Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan”

 

Edebiyatçılarımız, romancılarımız, şairlerimiz de acıdan nasiplerini almışlardır. Sürgün edilenlerden, hapsedilenlere, kitapları toplatılanlardan bir daha konuşmama emirlerine, cezaevlerinden cezaevlerine gezdirilenlerden, köşeleri ellerinden alınanlara, ulufe verilerek kalemleri satın alınanlara, makam verilerek susturulanlara söz acıdan başka bir şey değildir. Ne yaparlarsa yapsınlar asla boyun eğmeyen kalemlere, dava adamlarına, inanmış insanlara, bir gece baskınıyla hafızasını kaybederek ömrünce devletin ve milletin her hangi bir hizmetinden uzak kalanlara, kitap okumalarından, zikretmelerinden ürkerek çoluk çocuk demeden, kadın kız demeden zulmün feryadında acı sürüyor. Baktıkça, düşündükçe acının davarları nasıl da yıktığını, dövdüğünü görebiliyorum.  İdamlıkların kurtuluşlarına rağmen yurt dışında sürgünde geçirmelerine varıncaya değin söylenilebilecek o kadar çok acı, o kadar çok ıstırap, o kadar çok haksızlık ve zulümler yaşanır ki sen aklından silmek istesen anılar defterinde asla kayıtları silinemez. Seksen ihtilaliyle birlikte yapılan gece baskınlarında nereye götürüldükleri bilinmeyen, meçhuller içinde kayıplar diyarında arayan annelerin, babaların yüreklerinde ki acıyı hiçbir şeyin dindirmeye gücü yetmez. 12 Eylülün getirdikleri silinemez acılarla doludur. Seksen ihtilali sabahında Selimiye kışlasına niçin götürüldüklerini bile bilmeyen vatansever gençlerin çektikleri zulüm ve işkenceleri acı sözcüğüyle tanımlayamaz ve anlatamazsınız.

 

İşte Ferman Karaçam öyle söylüyor;

 

“Seni de vururlar bir gün ey acı

Filistin’de sapan taşlı çocuklar

Dalın, kolun, fidelerin budanır

Kuru bir kütükle kalakalırsın

 

Öyle bakmayın balkonlarınızdan

Fırat nehri ayrılık çıbanına tutuldu,

Damarlarımızı yırtıyor

Tuna nehri, onulmaz boşnak sızıları

Pompalıyor yüreğimize

 

Pilevne türküleri ağıtlara dönüşürken,

Çeçenya’da yiğitler

İnancın emeğin / ve aşk’ın

Kılcal damarlarına ulanıp sustular…

 

Ve ne Bağdat’tan

Ne Şam’dan

Ne Mekke’den

Ne Diyarbakır’dan

Ne İstanbul’dan

Ne Buhara’dan

Bunca telefon direğine rağmen kimse kimseyi

Duymuyor

…”

Eskiler “sağır sultan duysun” derlermiş. Olan bitenleri dünya duymuyor ve görmüyor. Oysa duyacakları zaman duyuyorlar ve görüyorlar. Avrupa’nın ortasında Bosnalı Müslümanlar toplu mezarlara diri diri gömülürken görmediler. Mısır, Suriye, Libya, Irak, Afganistan, Afrika göz göre göre yarım yüzyıldır sürüp gelen Filistin’de yapılanları dünya âlem bilse de görmeyince görmüyorlar. Acı sürüyor ve büyüyor. Biliyoruz ki bir gün güneş mazlum milletlerden, topluluklardan yana doğacak. Boynuzlu koyun boynuzsuz koyundan öcünü, hakkını alacak. Ancak Burhan Felek’in yaptığına benziyor içinde bulunduğumuz durum; “Konsolos acı acı gülüyor, hafiften kendi kendine söyleniyordu.

 

İnsan ömrünü özetler gibi özetliyor Orhan Veli Kanık “Daha böyle acı tatlı neler oldu bir yıl içinde.” İnsan nerede durduğunu, nereden hayata baktığına, neleri görüp görmediğine dikkat etmelidir. Acıların yok edildiği bir dönem için, insanlar öncelikle kendileriyle tanış olmalıdır. Acıdan vaz geçmenin bir diğer yoluysa kalbiyle buluşmalı, aklıyla kalbini ve gönlünü birleştirmelidir ki tebessüm edebilsin ve böylece acı azalsın.

 

4 Ağustos 2015 – İstanbul * *”Acı – I” yazımız yayınlanacak olan Tahlil Yazıları-Şiir Etütleri” eserimizden alınmıştır.

İsminiz

 

E-Posta Adresiniz

Fikirlerinizi Bizimle Paylaşın